Kastamonu Küre Dağları 5 Kanyon 1 Şelale 1 Çay 1 Şehir Doğa Yürüyüşü Fotoğraf Galerisi

 Ağustos gece yarısı Ördekli Kültür Merkezi önünde toplanan Nokta Dağcılık ekibi yola koyulmak için sabırsızlanıyordu. Yollara olan hasretimizden midir bilinmez gece hızla ve rahat geçti. Verilen molalarda nefeslenerek sabaha kavuştuğumuzda artık hedefimize de yaklaşmıştık.

Öğrendiğimize göre faaliyetimizin gerçekleşeceği Küre Dağları Millî Parkı, Karadeniz Bölgesi’nin batısında Küre Dağları üzerinde Kastamonu ve Bartın il sınırları içerisinde kalmaktaymış. İdarî olarak milli park çevresindeki ilçe merkezleri ise Azdavay, Pınarbaşı, Ulus, Kurucaşile, Amasra ve Cide’ymiş. Küre Dağları Milli Parkı, yakın çevresini oluşturan tampon bölgelerle birlikte 103575 hektarlık bir alanı kaplamakta ve Batı Karadeniz Karst Kuşağı içinde yer almaktaymış. Dünyanın 10 sıcak noktasından biri olarak da ilan edilen Küre Dağları Milli Parkı Av ve yaban hayatı açısından da büyük önem taşıyormuş. Türkiye’de yaşayan 130 memeli türünden 40’ına ev sahipliği yapıyormuş.

Yolda buluştuğumuz rehberimiz önde aracımız arkada Pınarbaşı’na giriş yaptık. Pınarbaşı tam bir Anadolu sakinliği ve huzuru ile karşıladı bizi. Üstelik yol boyu gördüğümüz köy evleri ahşap ağırlıklı ve kütüklerden yapılmış, adeta doğanın birer parçası gibi Batı Karadeniz’in bağrında olduğumuzu iliklerimize kadar hissettiriyor, sislere bürünmüş sabah yağmurdan sonraki dinginlik gibi ruhlarımıza nüfuz ediyordu.

İlk durağımız Meydandüzü diye bilinen havzada, Horma kanyonu girişinde beş yüz metre mesafedeki Horma Doğa Evi idi.  Sabahın serinliğinde kahvaltıyı beklerken bahçeye çadırları kurduk. Yol yorgunluğunun üzerine aldığımız kahvaltının ardından Horma kanyonu geçişi için hazırdık.

Rehberimizden öğrendiğimize göre aslında yakın bir zamana kadar kanyondan sadece botlarla geçilebiliyormuş. Gayet tehlikeli olduğundan sadece deneyimli olanlara rehber eşliğinde izin veriliyormuş. Kanyon bazı bölgelerde iyice daralmakta ve sadece bir botun geçebileceği dehlizler halinde uzanmaktaymış.

Ancak biz çok şanslıydık zira daha birkaç yıl önce tamamlanan asma yol sayesinde 3 kilometrelik kanyonu 20-30 metre hatta yer yer 50 metreyi aşan yükseklikten yürüyerek geçebilecektik. Tabi ön bilgileri almak önemliydi ama yürüyüşe başlayıp da gözlerimizle görünce tam olarak nasıl bir doğal güzelliğin içinde olduğumuzu fark edebildik.

Zarı Çayı üzerinde yer alan kanyonda, suyun taştaki kireçleri aşındırması ile oluşan derin kazanlar şeklinde çukurlar görülmekteydi. Eski dönemlerde yaşayan insanlar kayaları oyarak su kanalı açıp, bu kanaldan su ile çalışan un değirmenine su akıtmaları söz konusu olurmuş. Bu etrafı yalçın kayalıklarla kuşatılmış, kimi zaman çağlayarak, kimi yerde durularak akıp giden suya Ayıderesi denirmiş. Asma yol üzerinde yürümeye başladığımızda üzerinde sarsılarak geçtiğimiz asma köprüden sonra kendimizi çelik iskelet üzerine oturtulmuş ahşap bir köprüde bulduk. Sallanmadan yürümemize olanak sağlayan yol çelik vidalar ile kayalara çakılmıştı. Bir taraftan kanyonun inanılmaz güzelliğini fotoğraflamaya çalışırken bir taraftan da hayretle bu asma yolun nasıl yapılabildiğini inceliyorduk. Kanyonun yalçın kayalıklarında tutunmuş ağaçlar ise dallarını sarıp sarmalamış yosunlarla bize mistik, masalımsı bir görsel şölen sunuyordu. Kendimi büyülü bir masal aleminde ormanda kaybolup devler ülkesine dolaşan çocuklar gibi hissettim. Her an bir köşeden bir yaratık çıkıverecek gibiydi. Rehberimiz her ağaç türü önünde durarak tek tek bize özelliklerini, ismini açıklıyordu. Endemik bitki türlerine hayran kaldık. Şelalelerden ve derin göllerden meydana gelen kanyonun belli bölgelerinde suyun durularak gölleşmesi çok huzurlu geliyordu. Ancak rehberimizin açıklamasıyla o durgun gölün altında yer alan sifon (anofor)lar tarafından bir girdap içinde dibe çekilivereceğiniz olasılığı ürperticiydi. Üç kilometre boyunca yer yer kayaların altından geçen, yol ortasında yer alan ağaçlarıyla yüzümüzü güldürüyordu. Bazı noktalarda kayalarla, bazı noktalarda ise su kemerine benzer oluşumlarla karşılaştığımız, zaman zaman yüksekliği ile başımızı döndüren asma yolumuzun tükendiği noktada geriye dönüp bakmaya doyamadık. Beş yüz metre daha ağaçlar arasından yürüyüş ile vardığımız ölü denizi andıran doğal havuz ile heyecanımız yatışsa da yolculuğumuzun bittiğine hayıflandık.

Sadece birkaç yüz metre ötedeki Ilıca şelalesi kanyonun içinden geçen Zarı Çayı’nın döküldüğü nokta ve saklı cennet diye nitelendirilen güzelliklerden. Kartpostallık görüntüsü ile su tutkunlarını kendine çekiveren şelale Ilıca köyüne yaklaştığımızın işareti oluyor. Bu mis gibi kokusu ve çağıltısıyla şelaleyi gören ekip buz gibi su ile canlanmak için paçaları sıvarken, daha cesaretli arkadaşlar şelalenin gölünde yüzmekten kendilerini alamadılar. Yaklaşık 10 metre yüksekten dökülen su ve enfes bir bitki örtüsü ve ağaçlarla çevrili doğal bir sığınak oluşturmaktaydı. Bırakılsa akşama kadar zaman geçirilebilecek olan şelale ile vedalaşarak Ilıca köyü yoluna düştük. Bir çay molası vermek, ardından da günün bir sonraki kanyonu Valla’ya doğru yola çıkmak gerekiyordu.

Yarım saati aşan yolculuğun ardından Pınarbaşı’nın 26 kilometre kuzeyindeki Muratbaşı Köyü yakınlarına ulaştık. Tepeden inerek, muntazam düzenlenmiş taş ve ahşaptan yürüyüş yolunda ilerlerken etrafımızı saran ağaçlardan tam olarak bizi bekleyenin ne olduğunu fark edemiyorduk. Oysa yer yer 1200 metreyi bulan yüksekliğiyle dünyanın en derin ikinci kanyonu olan Valla Kanyonu, üç katlı seyir terasıyla ziyaretçilerin ilgi odağı imiş. Yoldan ayrıldıktan sonra bir buçuk kilometrelik yürüyüş ile ulaştığımız Valla Kanyonu, Devrekani Çayı ile Kanlıçay’ın buluştuğu noktadan başlayarak Küre Dağları içinde açmış olduğu yolda enfes bir görüntüyle uzanıyor. Kuzeyde Cide’ye doğru yaklaşık on üç kilometre uzanan kanyon 800-1300 metre arasındaki yüksek kayalık uçurumlara sahip yapısıyla muazzam bir ihtişamla karşımızda duruyor. Bu kayalıklarda kartal, şahin, akbaba gibi yırtıcı kuşlar bulunurmuş. 1994 yılında İstanbul Teknik Üniversitesinden gelen dört öğrencinin içinde kaybolup, iki hafta sonra Cide ilçesinden çıkmaları ve burasını Vahşi Cennet olarak tanımlamaları ile basında yer alarak doğa severlerin ziyaret yeri haline gelmiş. Kanyonun içi profesyonel gruplar harici ve uygun ekipman olmadan kesinlikle geçilemezmiş. Bir taraftan rehberimizden bu bilgileri dinlerken önümüzde yükselen dik basamakları tırmanıyorduk. Varmamız gereken bir seyir terası vardı. Hatta bu düz teras da yeterli değil. Kayalar üzerindeki üç katlı spiral merdivenli seyir kulesi bizi bambaşka bir aleme taşıyordu. Şiddetli rüzgar etkisinde bu kadar yüksekten önümüzde uzaman muhteşem bir vadi, çam ormanları ve yalçın kayalıklarıyla ürkütücü Valla Kanyonu’nu seyre doyum olmuyordu.

Hiç ayrılmak istemesek de bizi bekleyen başka bir kanyon var onu da görmeden olmaz diyerek dönüşe geçtik. Azdavay ilçesini geçerek hedefe vardığımızda Çatak kanyonu üzerinde 450 metre yüksekliğindeki cam teras günün sürprizlerinden idi.

Yaklaşık 25 ton metal, 10 ton cam ağırlığı olan teras 60 tonluk ağırlığı ile boşluk üzerinde durmakta ve bu ağırlığı taşıması için arka tarafta 900 tonluk çelik ve beton inşa edilmiş. 250 kişi kapasiteli terasın boşlukta duran kısmı 15 metre boy ve 10 metre eni ile bizi bekliyordu. Önce çekinmeden attığımız adımlar çabucacık küçülüyordu. Farkında olmadan kenarlardan ve çelik kafeslerin üzerine basarak yürüme çabama şaşırdım. Ancak önümüzde uzanan sisler içindeki muhteşem manzara bütün çekingenliğimizi alıp götürüyordu. Dağlar birbiri ardına mor, mavi ve yeşilin en güzel ve mistik tonlarıyla bezenmiş uzanırken, aşağılarda kıvrılarak akan Devrekani çayı gümüşten bir kuşak gibi bizi selamlıyordu. Cam terasta fotoğraflar çekmeye doyamıyoruz ancak günün yorgunluğu da çökmeye başlıyordu. Oracıktaki büfeden çayları kahveleri alıp bu muhteşem manzaranın önünde sohbetlere daldık.

Kanyon yürüyüşlerimiz başladığımız noktada sona erdi. Ancak günün yorgunluğuyla birlikte açlığı da hissettiğimizden Pınarbaşı’ndaki Yöresel lezzetler Durağı’nın yolunu tuttuk. Lokantanın sahibi ve şefi Fatoş Asya Civelek’ten mutfağın lezzetleri hakkında bilgi aldık. (https://www.facebook.com/kastamonuyoresellezzetleri/) İlk kalem “Kara Çorba” simsiyah rengi ile dikkatimizi çekti. Bir çeşit tavuk çorbası olan bu ürüne kara rengi ve hafif mayhoş muhteşem tadı veren meyve ise tamamen bu bölgede doğada yetişen kızamık ekşisi. Şekil olarak kızılcığa benzeye ormanda yetişen bu yabani bitkiyi dallarındaki dikenlerden dolayı toplamak hayli zahmetli imiş. Kızamık ekşisi bitkinin meyvelerinin kaynatılmasıyla elde ediliyormuş. Çorbanın arkasından tepsi içinde ortaya gelen “Banduma” kat kat yufka ekmek ve tavuktan oluşan ve bükülerek yenen bir eşsiz lezzet. Üzerine de yöresel bir mantı da servis edildi. Menünün tamamının tadına bakmak isterdik ama artık başka sefere. Bu lezzetleri yine bir gün gelip yemeliyiz diyerek Fatoş hanıma teşekkür ettik. Pınarbaşı doğal güzelliklerinin yanında lezzet durağı olarak da belleklerimize kazındı. Sabah kurduğumuz çadırlara ulaşmak üzere yola çıktık. Doğa Evinin bahçesinde ateş başı sohbetlerin ardından dinlenmeye çekildik.

Sabahın ilk ışıkları ile toparlanan ekip kahvaltının ardından Bir kanyon ve bir şehir daha diyerek yola koyuldu.  Tokatlı Kanyonu Safranbolu’nun girişinde bizi karşıladı. Cam terastan seyrettiğimiz kanyonun derinliği ve doğal güzelliği hafızalara kazındı. Tam bu sırada kanyonun iki ucu arasına gerilen zipline dikkatleri çekiyordu. Ekibin cesaretli üyeleri zipline ile kanyonu havadan geçerek bugünün macerasını da yaşadılar. Ardından Safranbolu yüzü gülen evleri ve arnavut kaldırımı sokaklarıyla bizi karşıladı. Karadeniz’in 90 km güneyinde yer alan şehir, 18. ve 19. yüzyıl Osmanlı kent mimarinin günümüze kadar korunmuş en doğru örneklerinden.  İlk durağımız Demirkapı Konak.  Hem bir Safranbolu konağını gezmek, yaşamak hem de bu tarih kokan mimari dokuyu hissetmek harika bir başlangıç oldu. Otelin sahibi ve işletmecisi Yaşar Güney Bey bizi kapıda karşıladı. Mihmandarlığında iki katlı yapıyı keşfederken o geleneksel doku içinde; dolaplar, tavan kaplamaları, sedirler, oyma nişler, kapılar, pencereler, merdivenler, ocaklar ve kuşaklar gibi alanlarda yapı elemanı olarak kulanılan ahşap ile sanatkarını yansıtan 200 senelik yapı ziyaretçilerine zaman içinde yolculuk yaptırıyordu adeta. Safranbolu’da konaklamak için Demirkapı’ya (demirkapikonak.com.tr) tekrar gelmeliyiz diyerek Safranbolu sokaklarında adım adım ilerlemeye başladık. Eski Safranbolu’nun sakinleri ile selamlaşarak, sohbet ederek yürüyorduk. Hanlar, bahçeler, iç içe geçmiş sokaklar el sanatları ustalarının minik dükkanlarıyla doluydu. Koca gün geçse gezmeye doyamazdık. Yemenici, oymacı, demirci, bakırcı ve daha niceleri. Hala ustaların zanaatlarını konuşturmaları ne güze yitip gitmese bu el sanatları diyoruz.  Çarşıya vardığımızda safranı lokumda, kahvede, sabunda, tatlıda, her baktığımız köşede görmek mümkündü. Cinci Han’da kahve müzesini gezip çarşı içinde geleneksel lezzetlerle buluştuk.  Güler yüzlü insanları, sohbet ettiğimiz ustaları ve tarihi yaşatan dokusu ile bu güzel beldeden ayrılmak zorunda olmak üzücüydü ama dönüş yoluna çıkma vakti çoktan gelmiş geçiyordu. Her güzel şeyde olduğu gibi iki günlük faaliyetimiz de sona yaklaşıyordu. Dönüşe geçerken yavaş yavaş gün akşama kavuşuyordu. Anadolu’nun bağrında kim bilir daha ne muhteşem doğal güzellikler bizleri beklerken bir sonraki uzun soluklu faaliyetimizin nereye olacağı günün sorusuydu.

Yine yeni faaliyetlerde sağlıkla görüşebilmeyi diliyoruz.

Özden Gülen

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir