Mravinjci’den Potoçari’ye
10 Temmuz Cumartesi , yürüyüşümüzün 3. gününde sisli bir sabaha uyandık. Bir gün önce yağan sağanak yağmur ve sabaha karşı basan çiğ, sis ile birleşince çadırlarımız ve eşyalarımız nem içinde kalmıştı. Ama ne güneşi bekleyecek ne de kuruyacak vakit vardı. Önümüzde uzanan Marş Mira’nın en zorlu parkuruydu ve Mravinjci’den Potoçari’ye doğru çabucak yola koyulmamız gerekiyordu.
Yürüyüş tatlı bir eğimle yükselen köy yollarından başladı. Bizim gibi erkenci gruplarla birlikte kalabalığa karıştık. İlk günden bu yana dikkatimizi çeken yürürken çöken sessizlikti. Biraz yorgunluk fakat çokça hüzün onca insanın genellikle sessiz kalmasını sağlıyordu. Önceden uyarıldığımız üzere çoktan Sırp bölgesinin içindeydik ve Sırp köylerinden geçerken o ikramları ve suyu bulamayacaktık. Hatta genellikle köyler derin bir ıssızlığa bürünürmüş. Bu beklentiyle geçtiğimiz ilk köylerde etrafımıza daha bir dikkatle baktık. Ama bunlar Boşnak köyleriydi ve yine meyvesinden suyuna, çayından kahvesine pek çok ikram bizi karşıladı. Yürüyüşün ikinci saatinde köy yolunun kesilip dağa yönlendirildiğimizi gördük. Aslında 2019 ‘a kadar yürüyüş hep köy yollarından ve Sırp köyleri arasından yapılmış. Ancak artık dağlardaki mayınlar büyük ölçüde temizlenmiş ve Marş Mira amacına uygun olarak tam da özgürlüğe, umuda yolculuk için yola çıkanların geçtiği Kamenicko dağlarını aşarak yürünmeye başlanmış. Bu aslında tam da aradığımız şeydi. Mademki o günlerde yaşananları hissetmek için buradaydık, onların çektikleri güçlükleri de yaşamalıydık.
Dik çıkışlarla yükselirken yerdeki çamur yer yer zorlasa da yağmurun bir gün öncesinde yağmış olması tam da şükür sebebiydi. Yoksa o yağmur altında bu balçıkta yürümek çok daha zorlu olacaktı. Üstelik 2019’da yağmur altında geçilen bu dağda çamura saplanıp ayakkabılarını bırakanların fotoğraflarını da görmüştük. Zorlu çıkışın ardından inişe geçmemizle her zaman inişin daha zor olduğunu bir kez daha anladık. Zira kaygan çamurlu arazide kurulmuş ip istasyonları olmasa işimiz çok zor olacaktı.
Bir, iki, üç derken saymaktan vaz geçtiğimiz iniş ve çıkışlardan tam da nefesimiz kesilmişken bir düzlükte mola verdik. Ağaçlarda ve köklerinin üzerinde asılmış yırtık ayakkabılar ve elbiseler meğer bu dağlarda canı pahasına yolculuk yapanlardan geriye kalanlarmış. “Adeta bir açık hava müzesi gibi” derken yapılan konuşmalara kulak kabarttık. Her zaman yanımızda olan, arkada kalanları toparlayarak gelen, her ihtiyacımızla ilgilenen kıymetli dost Mirza anlatılanları bize özetliyordu.
Buralar Potoçari’den Tuzla istikametinde yola koyulan on beş bin erkek ve çocuğun ilk gün aşmaya çalıştığı en zorlu bölge imiş.
Daha önce anlatıldığı üzere BM‘nin Hollandalı gücünün Srebrenica’yı Sırplara teslim etmesi ile birlikte güvenli olduğu için bu bölgede toplanan Boşnaklar için büyük kabus başlamış. Potoçari’de bulunan eski akü fabrikasını üs olarak kullanan Hollanda askerleri çekilince, orada toplanan sığınmacılar kadınlar ve kız çocuklar bir tarafa , erkekler ve oğlan çocuklar diğer tarafa ayrılmışlar. Kadınlar kamyonlara bindirilerek başka bölgelere nakledilmeye başlanılmış. Kadınların bindikleri kamyonlar daha bölgeden ayrılmadan bine yakın Boşnak erkeği Sırp askerleri tarafından bir depoya götürmüş ve birden ateş yağmuru başlamış. Bin kişiden o gece ancak cesetlerin altında kalarak sağ kurtulan iki kişi olmuş. Bunlardan biri olan Hakkı Hüseyinovic yıllarca Lahey’de tanıklık etmiş. O günlerin bir başka canlı tanığı da Saliha Osmanoviç. Kocası Ramo, Srebrenica’nın simgelerinden. Srabrenica ve Potoçari ile çevre köylerde katliam başladığında büyük oğlu evlerinin önünde vurulmuş. Ramo küçük oğluyla beraber dağları aşarak Tuzla’ya gitmeye çalışanlara katılırken o, eski akü fabrikasının oradan toplama kamplarına götürülen kadınların arasına karışmış. İste o gün oğlu Nermin ve Ramo’yu canlı gördüğü son gün olmuş. Önce Ramo Sırp askerlerin eline düşmüş ve ondan oğlunu geri çağırması istenmiş. Artık oğlunu öldürürüz diye mi tehdit edildi, sizleri de toplama kampına mı götüreceğiz dendi bilinmiyor. Ancak Sırp askerlerinin propaganda amaçlı çektikleri ve sonradan mahkemelerde delil olarak gösterilen videoda görünen Ramo’nun oğlunu dağlara doğru “Oh, Nermine!” diye bağırarak geri çağırması. Hem oğlu hem de beraberindekiler bu çağrıya uyarak aşağı inmişler. Ancak sonuç çok acı. Geri gelen oğluyla beraber katledilmiş ve cenazeleri 2008 yılında bir toplu mezarda bulunmuş. Oğlunu çağırdığı videoları internet ortamında izlemek mümkün.
Katliamın canlı tanıklarından aktarılanlar sadece bunlar da değil. Dağlardan Tuzla’ya ulaşmaya çalışanlar top ateşi ile kıstırılmış ve aynı bölgede tek seferde bin kişi katledilmiş. Bir kısmı kaçmayı başarmış, bir kısmı açlığa dayanamayıp geriye dönmüş. Dağlara çıkan on beş bin kişiden ancak üç bin beş yüz kadarı Tuzlaya ulaşabilmiş. İlk kafile beş günde geçebilmiş ancak saklanan ve aylar sonra çıkabilenler çoğunluktaymış. Hatta Temmuz 95’te çıktıkları yoldan Mart 96’da Tuzla’ya ulaşan 6 kişi dört ay önce savaşın bittiğini dahi bilmiyorlarmış.
Bu hikayeleri dinledikçe dağların her yerinde neden toplu mezar olduğu anlaşılıyordu. Ancak altmıştan fazla toplu mezarda bulunanların çoğunun parçalanmış olduğu, hatta DNA eşleştirmelerinde bir kişinin birbirine 30-40 kilometre uzaklıktaki üç ayrı toplu mezarda bulunması insanın tüylerini diken diken ediyordu. Yarın ziyaret edeceğimiz eski akü fabrikasında bunu daha iyi anlayacakmışız.
Derin derin iç çekerek sessizce yola devam ediyorduk. Ayaklar su topluyor, yorgunluk, nefessiz kalmak, nemin ağırlığı bir taraftan bastırıyor ama bir arkadaşımızın sözüyle silkiniyor, güçleniyorduk. “Bu dağları canı pahasına aşmaya çalışanların ne suyu vardı ne ekmeği, ne ayakkabısı. Canlarının derdindeydiler, peşlerinde silahlı askerler vardı. Peki sırt çantasında bütün ihtiyaçlarını taşıyan bizler neden şikâyet edebiliriz ki?”.
Az sonra yürüyüş durdu. Öndeki kaygan inişte bir kaza yaşanmış. Sağlık ekipleri hemen müdahale ediyor, yaralı tekerlekli sedye ile çekilip götürülüyor. Bizler ön gruptan kopsak da zorlu yürüyüşe devam ettik.
Sekiz kilometrelik dağ yürüyüşü ondan fazla iniş çıkışla, mayınları işaret eden şeritlerin arasından geçerek tamamlandı ve güzergâh yine köy yollarına girdi. Önümüzde yürünecek sekiz kilometre daha vardı. Ancak artık her on dakikada bir şehitler için yaptırılan hayrat çeşmelerinden geçiyor, her birinden birkaç yudum içerek ilerliyorduk. Kitabelerinde aynı aileden otuzar kırkar kişinin isimleri sıralanmış. Doğum tarihleri farklı farklı ancak ölüm tarihleri ise birdi.
Potoçari’ye yaklaşırken Marş Mira Türkiye sorumlusu Caner kardeşimizin omzuna konan kelebek ile uzun süre yürümesi ise görmeye değerdi. Yürüyüşe katılarak toplu mezarların üzerindeki bitkilere konarak yerlerini haber veren mavi kelebekleri temsilcisi bu güzellik, kısacık ömürleri dağlarda sona eren insanları hatırlatırken bir yandan da değişimin ve gelişmenin habercisi gibiydi.
30 kilometreyi bulan yürüyüş Potoçari’ye inerken son buldu. Tam karşımızda altı binden fazla mezarın bulunduğu şehitlik uzanıyordu. Artık şehitlikte yatanların isimlerinin önünden geçmek zamanıydı.
Geçişin ardından şehitliğin tam karşısındaki eski akü fabrikasına geçildi. Bu sene dağlarda kemikleri bulunmuş ve DNA eşleştirmeleri yapılmış 19 cenaze tabutlarında sıralanmıştı. Taşımak için omuz verenler arasında Federasyon başkanımız Ersan Başar, İl temsilcimiz Nazif Makas ve Tasim Güler’de vardı. Sırayla şehitliğe taşınan tabutların ardından başkanın söylediği boğazımıza bir yumru gibi oturdu. “Tabutlar genellikle ağır olur, ancak bunlar tüy kadar hafif.”
Akşam inerken zorlu yürüyüşü tamamlamış olmanın huzuru, yaşadıklarımızın, öğrendiklerimizin hüznü ve paylaştığımız acıların sızısı ile çadır kuracağımız Kızılay Kampına doğru ilerledik. Biraz dinlenip ertesi gün yapılacak cenaze ve anma töreni için toparlanmamız şarttı.
Özden Gülen Çiçek
Temmuz 2021