Cilo’nun Sessizliğinde: Kayıp Zirvelere Yolculuk
Daha öncede en yüksek zirvesini defalarca çıktığımız bir dağ idi cilo tanıdık bir yüz diye düşünürken bu sefer bize farklı bir yüzünü göstermişti.
Hava, daha ilk nefeste ciğerlerime çelik gibi kuru ve keskin bir gerçeği fısıldadı: Burası daha önceden bildiğin sıradan bir yer değildi. Hakkari’nin ücra bir köyüne son baktığımızda medeniyet, geride bir anı kadar soluk kaldı. Sırt çantalarımız, bir haftalık yiyecek, teknik malzeme ve ağır bir umutla dolu, omuzlarımızda birer kader gibi ağırlaşıyordu. Amacımız basit görünüyordu ama bir o kadar iddialı: Cilo Dağları’nın, uzun yıllar , unutulmuş birkaç rotasında kaybolmuş coğrafyayı yeniden okumaya çalışmaktı.
İlk adımlarımız, çobanların binlerce yıldır ayak izi bıraktığı patikalardaydı. Her dönemeç, bizi biraz daha geçmişe, biraz daha derine taşıdı. Yeşil vadiler, yerini gri ve bronz kayalıklara bırakırken, zihnimizdeki harita yavaş yavaş siliniyor, yerine bu vahşi coğrafyanın çizdiği yeni sınırlar geliyordu. Akşam, ilk kampı bir buzul sularının oluşturduğu derenin yanına kurduk. Etrafı saran sessizlik o kadar mutlaktı ki, rüzgarın sesi bile bir yankı gibi dağlara çarpıp geri dönüyordu.
Artık patikalar bitmişti. Önümüzde, devasa moren yığınları, derin buzul çatlaklarıyla bezenmiş sarp yamaçlar ve gökyüzüne meydan okuyan zirveler uzanıyordu. Her adım bir hesap, her tutunuş bir güven testiydi. Burada coğrafya konuşuyordu; biz ise onun dilini yeniden öğrenen öğrencilerdik. Rota, haritalardaki çizgilerden çok, kayaların şekline, buzulun ruh haline bağlıydı. Keşif, sadece yeni bir tepe görmek değil, bu kadim dilde yeni bir cümle kurmaktı.
Küçük çadırımız, bu unutulmuş coğrafyada bir ceviz kabuğu gibi görünüyordu. O an, bu yolculuğun sadece fiziksel olmadığını anladım. Bu, dağla kurulan derin, kişisel bir diyalogdu. Sabır, teslimiyet ve sessiz bir direniş dersiydi. Vahşi hayatın içinde olmaktı, kartalların bazen altında yürümek, bazende kartalların yukarısında tırmanmaktı, ayılarla karşılaşmak bazende tilkiler’in sana misafir olmasıydı cilolarda bulunmak.
Kuru bir hava berrak, lacivert bir gökyüzü. Son hamle için yola koyulduk. Unutulmuş bir coğrafyada her nefes bir mücadele, her kalp atışı kulaklarımda yankılanıyordu. Son kaya bandını aşıp zirveye ulaştığımızda, zaman durdu.
Önümüzde, dünyanın en eski ve en vahşi manzaralarından biri seriliydi. Buzullar, devasa mavi bir dil gibi vadileri yalıyor, keskin sırtlar güneşte parlıyor, uçsuz bucaksız bir sessizlik her şeyi kuşatıyordu. Orada, yalnızlığın çatısında, hiçliğin ortasındaki bu muazzam varlık karşısında insanın ne kadar küçük, ama bu güzelliği görme ihtimalinin de ne kadar büyük bir ayrıcalık olduğunu hissettik. Bu, zaferden çok, bir huzur ve huşu anıydı.
İniş, çıkıştan farklı bir yorgunluk getirdi. Bacaklarımız titriyor, ama yüreğimiz yükseklerden getirdiği huzurla dolu yürüyordu.
Dönüş yolunda
Köye ilk adımımızı attığımızda, soğuk bir dondurma ve kola gibi basit şeyler lüks gibi gelmişti. Ama asıl değişim içimizdeydi.
Cilo Dağları’nda geçirilen bir hafta, sadece bir kaç dağa tırmanmak değildi. Unutulmuş bir belleği hatırlamak, vahşi doğanın katıksız gerçekliğiyle yüzleşmek ve modern dünyanın tüm gürültüsünden arınmaktı. O zirveden getirdiğimiz şey, sadece bir fotoğraf değil, taşın, buzun ve gökyüzü altında daha önce görmediğimiz yıldızların ruhumuza kazıdığı sonsuz bir sükûnet, aydınlık ve saygıydı. Cilo, çağırıldığında gidilecek, ama asla fethedilemeyecek bir diyardı. O, sadece kendisine saygı duyanlara, sessizliğinin ve ihtişamının gizemini bir süreliğine sunan, kadim ve bilge bir varlıktı.
Teşekkürler güzel dağlar, teşekkürler partnerim
#cilolar #kadınparmağı #sedatkaracay








