Baştanbaşa Kırgızistan – Jedi Oguz- Barskoon-

Karakol’dan ayrılıp Issık Göl’ün kıyısından güneye doğru yol alırken, dağların rengi aniden değişiyordu . Yeşilin dinginliğin yerini kızıl bir ateşe bıraktığı yerde Jeti-Oguz – Yedi Öküz Vadisi – bizi karşıladı. Rüzgâr, yüzyıllar boyunca bu kayaları şekillendirmiş; yağmurlar onların yüzüne ince çizgiler düşürmüş. Demir oksidin paslı kızıllığı alev gibi parlıyordu. Bu bölge, milyonlarca yıl önce kumtaşı ve çakıltaşı tabakalarının tortullaşmasıyla oluşmuş. Tortul kayaçlar, demir oksit mineralleri içerdiği için bu kızıl renkleri almış. Demir oksit aslında pasın rengidir; kayaların “kırmızı paslanmış” gibi görünmesinin sebebi buymuş. Bölge, Alp-Himalaya orojenezi denen büyük dağ oluşum sürecinin etkisi altında kaldığından, yani Tanrı Dağları yükselirken, bu tortul tabakalar kıvrılıp çatlayarak şekillenmiş.

Bu muhteşem görüntü için Kırgız efsaneleri de dinlemeye değer. İlk hikayede “Bir beyin, çok güzel bir kızı varmış. Komşu beylerden biri onu zorla almak isteyince kız, bu duruma karşı koymak için “beni öldürün ama ona vermeyin” demiş. Bey, kızını kurban edince kızın kanı toprağa akmış ve orada bu kızıl kayalar oluşmuş.”  “Yedi öküz” adını veren efsane ise : ” bir bey ile komşusunun çekişmesi sonucu yedi boğanın kanlı bir şekilde öldürülünce; boğaların kanı toprağa sinip kızıl rengi bırakmıştır.”
Kızıl kayalar Aytmatov’un sözlerini fısıldıyordu:
“Doğa, insana yalnızca yuva değil, aynı zamanda aynadır. Yüzüne bakmasını bilene, geçmişini de gösterir.”
 Biz de ayaklarımızın altında akan toprakta  yamaçlara tırmanarak bu muhteşem görsel şöleni seyredeceğimiz tepeye ulaştık. 

Jedi Oguz’dan ayrılmak istemesek de yolumuz uzundu. Sırada Barskoon şelalesi vardı .  Yağmur altında 300 mtlik kısa ancak dik bir çıkışın ardından şelaleye ulaştık.  Yüksekten dökülen berrak sular, etrafı serinlik ve huzurla dolduruyordu. Şelalenin başında durduğumuzda, yalnızca suyun gücünü değil, onun insanın zihnini arındıran sesini de hissettik. Doğanın sesi, şehirde bastıramadığımız gürültünün aksine, insanın içini ferahatıyor ve kendimizi dinlememize olanak tanıyordu. 

Şelale inişinde yarım saatlik mesafede bir Kırgız misafirperverliği bekliyordu. Rehberimiz Mirlan’ın kardeşleri köydeki evlerinde bizi ağılamak istemiş. Elma ve kayısı ağaçlarıyla çevrili bir köy evinin kapısından girerken böyle bir misafirperverliği tahmin bile edemezdik. Sofrada havuçlu etli pilav, altın sarısı lokmalar , salatalar, tatlılar, atıştırmalıklar ve yöresel tatlar vardı. Kırgız misafirperverliği, yalnızca midemizi değil, ruhumuzu da doyurdu. İnsan bu sofrada, paylaşmanın verdiği sıcaklığın aslında en büyük şifa olduğunu anlıyordu. Ay yüzlü çocukları ile evlerini açtıkları bu unutulmaz zamanı tarihe not düştük.

Akşamüstü yolumuz tekrar Barskoon Şelalesi’ne düştü. Burada, dağların koynuna kurulmuş bir obada, yurtlarda konakladık. Gece çöktüğünde gökyüzü önce sessizdi, sonra yavaş yavaş canlılaştı. Yıldızlar tek tek parladı, ardından gök adeta bir yıldız yağmuruyla ışıklandı.

Şelalenin sesi ve rüzgârın serinliği eşliğinde yıldızlara bakarken, insan zihnindeki telaşları bir bir bırakıyor. Her kayan yıldız, sanki içimizdeki bir yükü alıp götürüyordu. O anda anladık ki doğada geçirilen zaman, sadece bedenimizi değil, ruhumuzu da onarıyor; geçmişin ağırlığından, günün stresinden arındırıyor.

“Gökyüzü insana her zaman geçmişini hatırlatır; çünkü yıldızlar, atalarımızın baktığı yıldızlardır.” — Cengiz Aytmatov

O gece, dağların kadim sessizliği ve gökyüzünün sonsuzluğu arasında, insanın hem evrene hem de kendine daha yakın olabileceğini hissettik. Doğa, insanın en eski ve en güvenilir ilacıdır.

 

Özden Gülen 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir