Kastamonu Küre Dağları 3 Kanyon 1 Şelale ve Safranbolu Yürüyüşü Fotoğraf Galerisi

Son on beş aydır bütün rutinlerin değiştiği, alışkanlıkların unutulduğu, hayatın normal seyrinden sapıp gittiği, yeri geldiğinde insana, güneşe, yeşile, maviye hatta nefese hasret günler geçirdik. Bu insandan insana, dışarıda çalışandan evde ekran önünde oturmak zorunda kalana, coğrafyadan coğrafyaya değişti elbet ancak eninde sonunda hepimiz daraldığımızdan, bunaldığımızdan dem vurduk.
Bizim gibi şehirde yaşayanların doğayla buluşması olan doğa ve dağcılık faaliyetleri de yapılamaz olmuştu. Tabi ki hepimizin sağlığı her şeyden önemliydi ancak artık uzun bir süreden sonra memleketimizin başka bir cennet köşesine doğru yola çıkmak vakti de gelmeliydi. Böyle bir zamanda Kastamonu Küre Dağlarına seyahat fikrini duymak bile insanı rahatlatmaya, canlandırmaya yetmişti.
25 Haziran gece yarısı Ördekli Kültür Merkezi önünde toplanan Nokta Dağcılık ekibi yola koyulmak için sabırsızlanıyordu. Yollara olan hasretimizden midir bilinmez gece hızla ve rahat geçti. Verilen molalarda nefeslenerek sabaha kavuştuğumuzda artık hedefimize de yaklaşmıştık.
Öğrendiğimize göre faaliyetimizin gerçekleşeceği Küre Dağları Millî Parkı, Karadeniz Bölgesi’nin batısında Küre Dağları üzerinde Kastamonu ve Bartın il sınırları içerisinde kalmaktaymış. İdarî olarak milli park çevresindeki ilçe merkezleri ise Azdavay, Pınarbaşı, Ulus, Kurucaşile, Amasra ve Cide’ymiş. Küre Dağları Milli Parkı, yakın çevresini oluşturan tampon bölgelerle birlikte 103575 hektarlık bir alanı kaplamakta ve Batı Karadeniz Karst Kuşağı içinde yer almaktaymış. Dünyanın 10 sıcak noktasından biri olarak da ilan edilen Küre Dağları Milli Parkı Av ve yaban hayatı açısından da büyük önem taşıyormuş. Türkiye’de yaşayan 130 memeli türünden 40’ına ev sahipliği yapıyormuş.
Yolda buluştuğumuz rehberimiz İlker bey önde otobüsümüz arkada Pınarbaşı’na giriş yaptık. Pınarbaşı tam bir Anadolu sakinliği ve huzuru ile karşıladı bizi. Üstelik yol boyu gördüğümüz köy evleri ahşap ağırlıklı ve kütüklerden yapılmış, adeta doğanın birer parçası gibi Batı Karadeniz’in bağrında olduğumuzu iliklerimize kadar hissettiriyor, sislere bürünmüş sabah yağmurdan sonraki dinginlik gibi ruhlarımıza nüfuz ediyordu.
İlk durağımız olan Meydandüzü diye bilinen havzada, Horma kanyonu girişinde çok yakın zamanda faaliyete geçmiş tesisler bölgenin dokusuna gayet uyumlu yapılmıştı. Rehberimizden aldığımız bilgiye göre yemyeşil uzanan çimenler üzerindeki kamp alanı ve çardaklar altında düzenlenmiş piknik alanı hem geceyi geçirmek isteyen kampçılara, hem de günübirlikçilere doğayla kucaklaşma fırsatı veriyordu. Kamp alanı ve yapacağımız yürüyüş ileride kanyon geçişini botla yapmak isteyen sporcular için iyi bir gözlem ve keşif fırsatı olacaktı.
Girişteki dev semaver iki yanına sıralanmış yavrularıyla sabaha uyanmak için ne kadar çaysadığımızı hatırlatarak yüzümüzü güldürdü. Yol yorgunluğunun üzerine aldığımız kahvaltının ardından Horma kanyonu geçişi için hazırdık.
Rehberimizden öğrendiğimize göre aslında yakın bir zamana kadar kanyondan sadece botlarla geçilebiliyormuş. Gayet tehlikeli olduğundan sadece deneyimli olanlara rehber eşliğinde izin veriliyormuş. Kanyon bazı bölgelerde iyice daralmakta ve sadece bir botun geçebileceği dehlizler halinde uzanmaktaymış.
Ancak biz çok şanslıydık zira daha bir yıl önce tamamlanan asma yol sayesinde 3 kilometrelik kanyonu 20-30 metre hatta yer yer 50 metreyi aşan yükseklikten yürüyerek geçebilecektik. Tabi ön bilgileri almak önemliydi ama yürüyüşe başlayıp da gözlerimizle görünce tam olarak nasıl bir doğal güzelliğin içinde olduğumuzu fark edebildik.
Zarı Çayı üzerinde yer alan kanyonda, suyun taştaki kireçleri aşındırması ile oluşan derin kazanlar şeklinde çukurlar görülmekteydi. Eski dönemlerde yaşayan insanlar kayaları oyarak su kanalı açıp, bu kanaldan su ile çalışan un değirmenine su akıtmaları söz konusu olurmuş. Bu etrafı yalçın kayalıklarla kuşatılmış, kimi zaman çağlayarak, kimi yerde durularak akıp giden suya Ayıderesi denirmiş. Asma yol üzerinde yürümeye başladığımızda üzerinde sarsılarak geçtiğimiz asma köprüden sonra kendimizi çelik iskelet üzerine oturtulmuş ahşap bir köprüde bulduk. Sallanmadan yürümemize olanak sağlayan yol çelik vidalar ile kayalara çakılmıştı. Bir taraftan kanyonun inanılmaz güzelliğini fotoğraflamaya çalışırken bir taraftan da hayretle bu asma yolun nasıl yapılabildiğini inceliyorduk. Kanyonun yalçın kayalıklarında tutunmuş ağaçlar ise dallarını sarıp sarmalamış yosunlarla bize mistik, masalımsı bir görsel şölen sunuyordu. Kendimi büyülü bir masal aleminde ormanda kaybolup devler ülkesine dolaşan çocuklar gibi hissettim. Her an bir köşeden bir yaratık çıkıverecek gibiydi. Şelalelerden ve derin göllerden meydana gelen kanyonun belli bölgelerinde suyun durularak gölleşmesi çok huzurlu geliyordu. Ancak rehberimiz İlker beyin açıklamasıyla o durgun gölün altında yer alan sifon (anofor)lar tarafından bir girdap içinde dibe çekilivereceğiniz olasılığı ürperticiydi. Üç kilometre boyunca yer yer kayaların altından geçen, yol ortasında yer alan ağaçlarıyla yüzümüzü güldürüyordu. Bazı noktalarda kayalarla, bazı noktalarda ise su kemerine benzer oluşumlarla karşılaştığımız, zaman zaman yüksekliği ile başımızı döndüren asma yolumuzun tükendiği noktada karşımıza çıkan ölü denizi andıran doğal havuz ile heyecanımız yatışsa da yolculuğumuzun bittiğine hayıflandık.
Sadece birkaç yüz metre ötedeki Ilıca şelalesi kanyonun içinden geçen Zarı Çayı’nın döküldüğü nokta ve saklı cennet diye nitelendirilen güzelliklerden. Kartpostallık görüntüsü ile su tutkunlarını kendine çekiveren şelale Ilıca köyüne yaklaştığımızın işareti oluyor. Bu mis gibi kokusu ve çağıltısıyla şelaleyi gören ekip buz gibi su ile canlanmak için paçaları sıvarken, daha cesaretli arkadaşlar şelalenin gölünde yüzmekten kendilerini alamadılar. Yaklaşık 10 metre yüksekten dökülen su ve enfes bir bitki örtüsü ve ağaçlarla çevrili doğal bir sığınak oluşturmaktaydı. Bu arada bireysel ya da grupla yürüyen pek çok doğa sever hatta bir grup Endonezyalı öğrenci ile karşılaşmak bu güzelliklerin ilgi görmesi adına bizleri çok mutlu etti. Bırakılsa akşama kadar zaman geçirilebilecek olan şelale ile vedalaşarak Ilıca köyü yoluna düştük. Bir çay molası vermek, ardından da günün bir sonraki kanyonu Valla’ya doğru yola çıkmak gerekiyordu.
Yarım saati aşan yolculuğun ardından Pınarbaşı’nın 26 kilometre kuzeyindeki Muratbaşı Köyü yakınlarına ulaştık. Tepeden inerek, muntazam düzenlenmiş taş ve ahşaptan yürüyüş yolunda ilerlerken etrafımızı saran ağaçlardan tam olarak bizi bekleyenin ne olduğunu fark edemiyorduk. Oysa yer yer 1200 metreyi bulan yüksekliğiyle dünyanın en derin ikinci kanyonu olan Valla Kanyonu, üç katlı seyir terasıyla ziyaretçilerin ilgi odağı imiş. Yoldan ayrıldıktan sonra bir buçuk kilometrelik yürüyüş ile ulaştığımız Valla Kanyonu, Devrekani Çayı ile Kanlıçay’ın buluştuğu noktadan başlayarak Küre Dağları içinde açmış olduğu yolda enfes bir görüntüyle uzanıyor. Kuzeyde Cide’ye doğru yaklaşık on üç kilometre uzanan kanyon 800-1300 metre arasındaki yüksek kayalık uçurumlara sahip yapısıyla muazzam bir ihtişamla karşımızda duruyor. Bu kayalıklarda kartal, şahin, akbaba gibi yırtıcı kuşlar bulunurmuş. 1994 yılında İstanbul Teknik Üniversitesinden gelen dört öğrencinin içinde kaybolup, iki hafta sonra Cide ilçesinden çıkmaları ve burasını Vahşi Cennet olarak tanımlamaları ile basında yer alarak doğa severlerin ziyaret yeri haline gelmiş. Kanyonun içi profesyonel gruplar harici ve uygun ekipman olmadan kesinlikle geçilemezmiş. Bir taraftan rehberimizden bu bilgileri dinlerken önümüzde yükselen dik basamakları tırmanıyoruz. Varmamız gereken bir seyir terası var. Hatta bu düz teras da yeterli değil. Kayalar üzerindeki üç katlı spiral merdivenli seyir kulesi bizi bambaşka bir aleme taşıyor. Bu kadar yüksekten önümüzde uzaman muhteşem bir vadi, çam ormanları ve yalçın kayalıklarıyla ürkütücü Valla Kanyonu’nu seyre doyum olmuyor.
Hiç ayrılmak istemesek de bizi bekleyen başka bir kanyon var onu da görmeden olmaz diyerek dönüşe geçiyoruz. Azdavay ilçesini geçerek Çatak kanyonuna ilerliyoruz. Bu arada rehberimize kanyona inip inemeyeceğimizi sorduğumuzda gülümsüyor. Nedenini anlamak için ormanın içinde bir kilometre kadar yürüyerek kanyon seyir terasına ulaşmamız gerekiyor. Çatak kanyonu üzerinde 450 metre yüksekliğindeki cam teras günün sürprizlerinden.
Yaklaşık 25 ton metal, 10 ton cam ağırlığı olan teras 60 tonluk ağırlığı ile boşluk üzerinde durmakta ve bu ağırlığı taşıması için arka tarafta 900 tonluk çelik ve beton inşa edilmiş. 250 kişi kapasiteli terasın boşlukta duran kısmı 15 metre boy ve 10 metre eni ile bizi bekliyor. Önce çekinmeden attığımız adımlar çabucacık küçülüyor. Farkında olmadan kenarlardan ve çelik kafeslerin üzerine basarak yürüme çabama şaşırıyorum. Ancak önümüzde uzanan sisler içindeki muhteşem manzara bütün çekingenliğimizi alıp götürüyor. Dağlar birbiri ardına mor, mavi ve yeşilin en güzel ve mistik tonlarıyla bezenmiş uzanırken, aşağılarda kıvrılarak akan Devrekani çayı gümüşten bir kuşak gibi bizi selamlıyor. Cam terasta fotoğraflar çekmeye doyamıyoruz ancak günün yorgunluğu da çökmeye başlıyor. Oracıktaki büfeden çayları kahveleri alıp bu muhteşem manzaranın önünde sohbetlere dalıyoruz.
Kanyon yürüyüşlerimiz başladığımız noktada sona eriyor. Gün boyu bize rehberlik yapan İlker Bey’e teşekkür ediyoruz. Kendisi de bir Belediye itfaiye personeli ve Afad gönüllüsü olarak kanyon geçişleriyle ilgili verdiği bilgiler çok kıymetliydi. Ayrıca Pınarbaşı Belediyesine de yaptıkları düzenlemeler ve çalışmalar için takdirlerimizi iletiyoruz. Horma kanyonu girişindeki tesislerde açlığımızı giderip dinleniyor ve Safranbolu’ya doğru yola koyuluyoruz. Bir buçuk saati aşan yolculuğun ardından Safranbolu yüzü gülen evleri ve Arnavut kaldırımı sokaklarıyla bizi karşılıyor. Gün batmadan çarşıyı bir dolaşmak istiyoruz. Her bir dükkanın önünde lokumlar ve kahveler ikram edilerek karşılanacağımızı hiç düşünmemiştik. Akşam iniyor ama biz gezmeye doyamıyoruz. Ancak artık dinlenmemiz gerekiyor. Tipik bir Safranbolu konağında küçük, sevimli, eski dokulu odamızda dinlenmeye çekiliyoruz.
Pazar gününe horoz ötüşleri, kuş cıvıltıları ile uyanıyoruz. Bahçede, ağaçların altında aldığımız kahvaltının ardından Safranbolu sokaklarında dolaşıyoruz. Hanlar, bahçeler, iç içe geçmiş sokaklar el sanatları ustalarının minik dükkanlarıyla dolu. Koca gün geçse gezmeye doyamayacağız anlaşılan. Yemenici, oymacı, demirci, bakırcı ve daha niceleri. Hala ustaların zanaatlarını konuşturmaları ne güzel. Yitip gitmese bu el sanatları diyoruz. Közde kahve içmeden geçemiyor, çarşının altından geçem kanyonu keşfedince hayret ediyoruz. Meğer Safranbolu üç kanyon üzerine inşa edilmiş. Altından sular akan şehrin bereketi ve güzelliği ile ruhlara hitap etmesine şaşırmamalı. Güler yüzlü insanları, işi başında sohbet ettiğimiz ustaları ve tarihi yaşatan dokusu ile bu güzel beldeden ayrılmak zorunda olmak üzücü ama dönüş yolunda Amasra’ya uğrama fikri de çok cazip.
Batı Karadeniz’in dağları arasından, yemyeşil tepelere serpiştirilmiş köylerden geçerek Amasra’ya ulaşıyoruz. Denize uzanmış yarımada üzerindeki bu kıyı kasabası artık yaslandığı dağlara tırmanarak bendini aşma çabasında. İlçenin içindeki yürüyüşün ardından sahildeki balık lokantalarında mola veriyoruz. Pandemi kısıtlamasının son hafta sonunda açık yer bulmak mümkün oluyor. Aslında yasaklar yüzünden sakin olan sokaklar ve sahili böyle görebilmek de güzel diyoruz.
Her güzel şeyde olduğu gibi iki günlük faaliyetimiz de sona yaklaşıyor. Dönüşe geçerken yavaş yavaş gün akşama kavuşuyor. Anadolu’nun bağrında kim bilir daha ne muhteşem doğal güzellikler bizleri beklerken bir sonraki uzun soluklu faaliyetimizin nereye olacağı günün sorusu. Yine yeni faaliyetlerde sağlıkla görüşebilmeyi diliyoruz.
 
Özden Gülen / Nokta Dağcılık Spor kulübü

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir