Dünya covid19 salgınına teslim olalı bir seneyi aşıyor. Nokta Dağcılık ile doğa yürüyüşü yapmayalı da öyle. Bu kısıtlamalar içinde doğayı, bir yudum nefesi nasıl özlemişiz.
Sabahın ilk saatlerinde yollara revan oluyoruz. Güneş sarı sıcak, caddeler bomboş. İçinden geçip giderken Mudanya daha yeni uyanıyor. Kıvrıla kıvrıla uzanan sahil yolunda, sağımızda deli mavi deniz, solumuzda zeytin ağaçlarıyla donanmış yamaçlar, ilerliyoruz. Yer yer zeytinliklere kıyarak yapılan villa siteleri tepelere kadar tırmanmış. İçim burkuluyor. Mudanya’yı geride bırakıp Kumyaka sırtlarından geçiyoruz. Az sonra vardığımız Tirilye’nin sokakları henüz sakin. Eski taş binaları ve özgün dokusunu seyrederek yokuş yukarı çıkıyoruz. Deniz arkamızda kalıyor. On kilometre kadar tarlalar, zeytinlikler, bahçeler arasından ilerleyerek tepeler aşıyoruz.
Sonunda yol sağa kıvrılıyor ve kendimizi yeniden deniz kenarında buluveriyoruz. Eşkel, yıllardır olduğu gibi. Mevsim bahar ya olabildiğince sakin, sessiz… Yamaçlara doğru uzanan köyün adı Esence olarak değiştirilmiş ancak kıyı tarafına hala Eşkel deniliyor. İnce kumlu geniş sahil şeridiyle bu küçük köy, yazları tatilciler ile dolup taşarmış. Araçlardan inip sahildeki kahveye oturuyor, bir bardak demli çay elimizde, hafifçe kıyıya yayılan denizi seyre dalıyoruz. Yemyeşil tepeler, koyu mavi deniz, arada rüzgârın önüne katıp getirdiği dalgalar, derin bir nefes… Geride bıraktığımız telâşeli şehirden sonra ilaç gibi geliyor.
Yarım saatlik çay ve dinlenmenin ardından tepeye doğru yola çıkma vaktidir. Esence, bahçeli evleri ve bütün sakinliği ile arkamızda kalıyor. Traktör yolu çok rahat. Yavaş yavaş ilerliyor, kıvrıla kıvrıla zeytinliklerin içinden geçerek yeşilin bin bir tonu ile kucaklaşıyoruz. Rehberimiz Tasim Güler kavak ağaçlarının üzerinde top top olmuş yeşillikleri işaret ediyor. Şifalı bitkilerden diye bildiğim ökse otu buymuş meğer. Toprakta ve suda filizlenmeyen efsane bitki ökse otu belki de bu özelliğinden dolayı mitolojide de yerini almış. Tarih boyunca bereketin, doğurganlığın ve uğurun sembolü olarak süslemelerde ve resimlerde kullanıldığı dikkatimi çekmişti. Hatta yapışkan meyvesini yiyen kuşların ağaçlar arasında tohumlarını taşıdığını, dallarında asılarak büyüdüğü ağaçların özsuyu ile beslendiğini, bu sebepten asalak olarak tanındığını da duymuştum. Üstelik yakı ve merheminin yapıldığını, saradan tansiyona, ülserden romatizmaya pek çok rahatsızlığın doğal tedavisinde kullanıldığını, ancak zehirli olduğunu da bir bitki kitabında okumuştum. Bütün bunların yanısıra; zeytin dalının barışı, gülün aşkı, papatyanın temiz kalbi sembolize ettiği gibi ökse otunun da kendine güvenin, gücün ve zorluklara dayanmanın sembolü olduğunu öğrenmiştim. Böylece ökse otunu bu kadar yakından görmek de bugünün güzelliklerinden biri oluyor.
Adım adım bastığım yer sarı papatyalar, mavi mor mine çiçekleri ile dolu. Kara incirler yeni yeni yapraklanıyor. Sağlı sollu zeytin ağaçları ise bambaşka bir hikâyenin kahramanları. O zeytin ağaçları ve gözyaşları… Bin yıllar yaşayan zeytinler tarihe, insanlara, savaşlara, medeniyetlere, değişime tanıklık ettiklerinden bana hep hüzün ve beraberinde bir ferahlık verirler. Tarih boyunca refahın, kutsallığın, bolluğun, bilgeliğin, aydınlanmanın, arınmanın, ebediyetin ve barışın sembolü olmuştur zeytin. Bütün kutsal metinlerde ve mitlerde yer almıştır. İnsanın hoşgörüyü, karşılıksız fayda sağlamayı ve umut saçan yeşiliyle her daim ayakta kalmayı zeytin ağacından öğrenmesi gerek diye düşünürüm. Bakımı ve yetiştirilmesi oldukça zor olan zeytinlikler bu emeğin karşılığını cömertliği ile hep öderler. Yaşlı zeytin ağaçları genişleyen kökleri ve kovuklarıyla bir dost kucağı gibidir. Dibine oturup uzun uzun dertleşesim gelir. Ama bugün durmak yok yola devam.
Tepelere doğru çıktıkça çimenler daha da canlı yeşil. Rehberimiz “bir mola” dediğinde duruyoruz. Önümüzdeki manzara muhteşem. İki yüksek tepenin ardında deniz, sahilde minik evler. Tarlalar ve bahçeler uzaklardan farklı bitki örtüleri ve geometrik şekilleri ile mükemmel bir yağlıboya tablodan fırlamış gibi. Ufkumuzdaki köy Ketendere imiş. “Buralarda kalıversem, şehrin keşmekeşine hiç dönmesem” diyorum içimden.
Yolumuz sahile paralel olarak devam ediyor. İşte bahar! Her nefeste iliklerimize kadar baharla doluyoruz. Uzaklarda zeytinliklerin arasında çimen yeşilinin en çılgınına boyanmış otlar rüzgârla dalgalanıyor. Sadece bu görüntüyü seyretmek için bile buralara gelmeye değer.
Vakit öğleye eriştiğinde ayaklarımızın altında beliren güzeller güzeli bir koya doğru inişe geçiyoruz. Zeytin bahçesinin üzerindeki kaynağın başında soluklanıp, buz gibi hayat suyundan kaplarımızı dolduruyoruz. Artık sağlı sollu yay gibi uzanan iki küçük koyun tam ortasında, kayalıkların dibinde dinlenme ve yemek molasıdır. Kapanca Koyu diye adlandırılan bu bölge aslında bir antik liman kalıntısı imiş. Bitinya Krallığı, Roma, Bizans ve Osmanlı zamanlarında liman olarak kullanılmış. Dönem dönem çevrede bulunan çanak, çömlek, tuğla ve ucu delik taş parçaları bazı ipuçları verse de şimdilik sırları saklı. Tarihi Kapanca Limanı Osmanlı’nın son yıllarına kadar İstanbul ile Kite (Ürünlü) ve Bursa arasındaki ulaşımın sağlanmasında bağlantı noktası olmuş. Liman kalıntısı bu kayalıklar üzerinde dolaşıyor, rüzgârla denizin dansını seyrediyoruz.
Kısa bir dinlenmenin ardından sol taraftaki koya yaptığım yürüyüş, doğa gezisinin orta yerine bir bıçak gibi saplanıyor. Midyeler, çakıllar iyi de; kayalıkların dibinde yığılmış çöpler de neyin nesi? Bu kemikleşmiş çöpler arasında neler yok ki? Pet şişeler, mavi kapaklar, naylon poşetler, plastik terlikler, balıkçı ağları, süngerleri… Bütün bunları deniz kabul etmemiş, dalgalarla getirmiş, bu koyda kusup çıkarmış. Kayalık diplerini dolduran bu kitleler üzerinde sinekler uçuşuyor. Temizlemek için büyük bir operasyon gerekli. Vah ki ne vah! Elimizdeki çöpler, atıklar da sözlerimiz gibi. Kâinata savurduğumuzda bizden uzaklaşsalar da hiç bir zaman kaybolup gitmiyorlar. Bir gün bir yerde böyle karaya vuruyorlar işte. Karşımıza da bir şekilde çıkacaklar elbet. Kurtuluş yok. O atıkları denize bırakanlar adına utanarak, başım önümde geri dönüyorum.
Bir kayanın üzerine oturup ummana dalıyorum. Deniz ve dalgalar bize ne çok şey anlatıyor. Hayat gibi, yaşananlar gibi. Dalgalar rüzgârla kabararak geliyor, köpük köpük kıyıya yayılıp içindekileri döküyorlar. Zuhuratta ne varsa ortaya çıkıyor. Sonra yavaşça içe çekilip gidiyorlar. Hep bir döngü var. Hiç biri kalıcı değil. Mesele bir kıyı sessizliğinde karşılayıp uğurlayabilmek, dayanabilmek.
Bir saati geçen molanın sonunda yine tepelere doğru tırmanışa geçiyoruz. Uzaklardan seyretmeye doyamadığım, rüzgârla dans eden yemyeşil otların arasında zamanı dondurasım geliyor. Tam da burada Nokta Dağcılık Kulüp Başkanımız Hacer Özkalender “beş dakika sessizlik” istiyor. Dünyayı sessize alıyor, yemyeşil bir tepeden sessizliğin içinde bize söylenenleri dinliyoruz. Kuş cıvıltıları, rüzgarın nefesi, otların hışırtısı, karşı tepelerdeki sürüden bir çıngırak sesi, uzaklarda bir köyden semaya karışan ezan… Farkındalıkları arttırıp, zamanı uzatsak sanki çok farklı hikayeler dinleyeceğiz. Ama şimdilik bu kadar diyor, an itibariyle ruhumuzu dinlendirdiğimizi hissediyoruz.
Tepenin en yüksek noktasında geriye dönüp baktığımızda ise çakılıp kalıyoruz. Yay şeklindeki kayalıkları ile Kapanca Koyu, tek tük evler, zeytinlikler, tarlalar, bahçeler; denize kavuşan irili ufaklı tepeleriyle sahil şeridi… Bu muhteşem görüntü mutlaka anılara kazınmalı. Grup fotoğrafı için de en mükemmel nokta burası.
Denize paralel olarak ilerleyen güzergâhımız zeytinlikler arasından ve çam oramanından geçiyor. Traktör yolunda yürümek oldukça rahat. Bir tarafta defne yapraklarının rayihası, diğer taraftan çam dallarında uğuldayan rüzgârın türküsü… Bir sohbet bir muhabbet ki sormayın. Yol bitsin istemesek de ikindi vakti zeytinlikler arasından inerek Tirilye’ye ulaşıyoruz.
Tarihin her bir sokakta canlı olarak hissedildiği Tirilye, Marmara’ya kıyısı olan şirin bir belde. Adını, bir zamanlar İstanbul’dan sürgün edilen üç papazdan aldığı rivayet edilirmiş. Diğer bir rivayete göre de adını barbunya balığı anlamına gelen “trigliya”dan almış. Tirilye ve çevresi antik çağlardan beri yerleşime açık olduğundan attığımız her adımda tarihi bir yapı karşımıza çıkıyor. Eskiden yoğun olarak Rum ve Hıristiyanların yaşadığı köyün dar ve dolambaçlı sokaklarında dolaşırken, yüzyıllar öncesindeymişiz gibi karşımızda duran eski Rum evleri, kiliseler, camiler, çeşmeler, asırlık çınar ağaçlarıyla karşılaşıyoruz. Tirilye 1. derece SİT alanı. Restorasyonları yapılmadığından taş veya ahşap eski Rum evlerinin çoğunun durumu içler acısı. Bazılarının tarihi 500 yıl kadar gerilere gidiyormuş. Görkemli olmasına rağmen yıkık ve terkedilmiş Taş Mektep ve Kemerli Kilise de harap durumda. Hristiyanlığın kadim dönemlerinde büyük ilgi gören Tirilye ve çevresinde çok sayıda kilise ve manastır inşa edilmiş. Ancak günümüze kadar sadece üç kilise ve bir manastır ulaşabilmiş. 13. yüzyıl sonlarında yapıldığı kabul edilen Kemerli Kilise bunlardan birisi ve tarihte duvarlarına resim yapılan ilk kilise olarak biliniyormuş. Eski ismi St. Stephanos Kilisesi olan kilise ise bugün Fatih Camii olarak kullanılıyor. Kapısında Hicri 968, Miladi 1560 yazılı olan cami Bizans sütun başlıklarına sahip. Fatih Cami yanında yer alan Osmanlı Hamamı (Avlulu Hamam), Yavuz Sultan Selim tarafından yaptırılmış.
Tarih kokusunu içimize sindirerek dar sokaklarda ilerlerken, profesyonel fotoğrafçı olasımız var. Zeytinleri, el ürünleri satılan dükkânları ile çarşısı oldukça kalabalık. Sahildeki restoranlar, kafeteryalar pandemiye rağmen günübirlik ziyaretçiler ile dolup taşmış. Deniz kenarında yürüyüş yapanların aksine biz oldukça yorgunuz.
Dar sokaklarda dağılan grubumuz Tirilye sahilinden geçerek otobüsün bulunduğu yerde toplanıyor. 13 kilometreyi bulan yürüyüşümüz burada sona eriyor. Artık yavaş yavaş şehre, evlerimize dönüş vaktidir. Bir dahaki doğayla kavuşmayı sabırsızlıkla bekleyeceğiz.
Özden Gülen