Sabahın ilk ışıklarıyla Abdal fırını önünde toplanan Nokta Dağcılık ekibi olarak her zamanki gibi yeni bir yol hikayesinin heyecanı içindeydik.
Bu kez yola erken çıkılacaktı zira istikametimiz Batı Karadeniz idi ve en az üç saatlik bir yolculuk bizi bekliyordu.
Otobüsümüz sonbaharın renkleriyle kuşanmakta olan dağları bayırları aşarak Kandıra’ya yaklaşırken, bir köy sergisinin yanında mola verdi. Rehberimiz Muhammed Bilgehan Şahin’in yol boyu verdiği bilgilere dayanarak gayet doğal ve organik bir köylü pazarı ile buluşmayı bekliyorduk zaten. Ama tezgahların arasında dolaşırken tarladan yeni kırılmış GDO suz mısırlarına, manda yoğurduna, yumurtasına, turşu ve salçalarına hatta Karadeniz’in o kocaman salatalıklarına, kara lahanasına hasretle bakınıyorduk. Ayırttıklarımızı dönüşte almak üzere sözleşip yola devam ettik.
Babatepe ilk durağımızdı. Ağaçlarla kaplı harika bir güzergahta yükselirken uzaktan ilk dikkatimizi çeken kocaman al bayrağımız oldu. Bütün güzelliği ile beyaz bir anıtın üzerinde yükseliyordu. Baba Tepesindeki bu anıt Akçakoca Bey’e aitmiş. 1234-1328 yıllarında yaşayan Kocaeli Fatihi Akçakoca Bey, 1308 yılına kadar Ereğli’den Karasu’ya kadar olan bölgeyi, 1308 yılından 1326 yılına kadar Ayan Gölü kuzeyinde Akova, Akçaköy, Kandıra İzmit (o tarihte Nikomedia) yakınlarındaki Kaymas, Çayırköy’e kadar yerleri zapt ederek Osmanlı Devleti sınırları içinde katmış.. İzmit üzerine son kez akın yapacağı sırada, çadırını kurmuş bulunduğu Kandıra yakınlarındaki Babatepe’de (94 yaşında) 1328’de ölmüş. Vasiyeti gereği Ertuğrul Gazi gibi otağının bulunduğu tepeye gömülmüş. Sonradan adına ve anısına saygı nişanesi olmak üzere devletine kattığı bu yöreye” KOCAELİ” denmiş. Tarih kokan bu tepe karşılarda Karadeniz manzarası ile de insanın gönlünü coşturmaya ve ferahlatmaya yetiyordu.
Kısa molamızın ardından Kendi memleketine dair hikayeleri ve köyleri hatta evleri bile tek tek anlatıp tanıtan Bilgehan Şahin’in rehberliğinde yola devam ettik. Bakımlı ve tertemiz köyler, otlaklarda serbestçe dolaşan sürüler görülmeye değerdi.
Kısa bir yolculuğun ardından dere ve deniz arasında uzanan altın renkli bir kumsala ulaştık. Kandıra ilçe merkezine 8 km uzaklıkta yer alan, Karadeniz’e 1 km sahili bulunan yeşilin her tonunu içinde barındıran ormanlara sahip eşsiz güzelliğe sahip bir yerdi burası. Muhteşem güzelliği ile saklı cenneti andıran Sarısu Beldesi ismini içinden geçen Sarısu Deresi’nden almış. Burası yüzmek, güneşlenmek ve balık tutmak hatta kamp atmak için ideal bir yerdi. Kumu romatizma hastalıklarına iyi geldiğinden yazları epey ziyaretçisi olurmuş. Sahildeki birkaç motel dolup taşarmış. Biz de bu iri taneli tertemiz kumda yürüyerek yol yorgunluğumuzu attık. Karadeniz’in dalgaları ile kucaklaştık.
İstemeden de olsa Sarısu’yu geride bırakarak bir küçük koya vardığımızda buranın kamp alanı olarak düzenlendiğini gördük. Karşıdaki yarımada üzerindeki evler ile bizi kendine çekiyordu. Bu küçük ama yazları dolup taşan yerleşim yeri Kerpe idi.
Kerpe’ye alabildiğine sık çam ormanları arasından geçerek ulaşılıyordu. Burası antik ismi Kalpe olan ve İÖ beşinci yüzyıla kadar giden eski ve önemli bir yermiş. Karadeniz sahilinde doğal korunaklı bir liman olan Kerpe koyu yedinci yüzyılda Miletli veya Megaralı kolonistlerce Karadeniz deniz ticaret yollarının kullanılması ve korunması amacıyla bir üs-pazar yeri (emporion) ve liman kenti olarak kurulmuş. Kerpe Bitinya Krallığı’nın ardından Roma, Bizans ve Cenevizliler döneminde gemilerin uğrak yeri haline gelmiş. Osmanlı döneminde ise İstanbul’un odun ve odun kömürü ihtiyacını karşılamış. Yarım ay şeklinde bir koyu olan Kerpe’nin en önemli özelliklerden bir tanesi de 150 metreye kadar olan sığ denizi imiş. Karadeniz sahilinde olmasına rağmen, rüzgâr almayan bir koyda olduğu için, Karadeniz’in meşhur dalgalarından eser olamayan görüntüsü ve berrak suyu büyüleyiciydi. Kerpe sahilinde birbiri ardına sıralanmış birçok pansiyon, kafe ve restoran mevcuttu. Özellikle yazın dolu olan bölge sonbahar ve kışın oldukça sakin, hatta adeta terk edilmiş durumda oluyormuş. Kerpe sokaklarında uzun uzun yürüyen ekibimiz birbirinden güzel evleriyle bu sakin kasabaya hayran kaldı. Hele yürüyüşün sonunda karşımıza çıkan kayalıklar güzel bir sürpriz oldu. Kerpe kıyı şeridinde Karadeniz’in hırçın dalgalarının ve rüzgarlarının aşındırmasıyla binlerce yılda oluşmuş ilginç şekilli falezleri ile epey turist çeken Kartal Kayalıklarında güneşin doğuşu, batışını izlemek muhteşemdir elbette. Biz gün ortasında bile fotoğraf çekmeye, tepelerden Karadeniz’in deli mavi denizini seyretmeye doyamadık.
Ancak gün kısa yolumuz daha uzun olduğundan Kefken’e doğru yola devam etmemiz gerekliydi. Kefken‘de Kerpe gibi yazın oldukça hareketli, sonbahar ve kış aylarında da sakin-sessiz sahil kasabalarındandı. Kefken’e eğer yazın gidiyorsanız bol bol denize girip, kamp yapabilirmiş. Soğuk havalarda gidecek olanlar ise bol bol doğa yürüyüşü yapabilir ve bu sayede de şehirlerde sıkışan ruhlarını özgürlüğe kavuşturabilirler elbette.
Kefken’de bizi bekleyen sürpriz ise Pembe kayalar idi. Pembe Kayalar bölgenin en doğal ve en güzel yeriydi belki de. Sahil kenarında yer alan pembe kayalara güneş ışıklarının vurması ile muhteşem bir görüntü oluşturuyordu. Ayrıca ilginç jeolojik yapısıyla kesinlikle görülmesi gereken yerlerden diye düşünüyorum. Prehistorik buluntu varlığının yanı sıra, antikçağdan itibaren taş ocağı olarak kullanılan bu kayalar, suyun içinde yumuşak iken çıkarıldıktan sonra sertleşmekteymiş. Bu özellikleri sebebiyle Osmanlı Döneminde dikdörtgenler şeklinde kesilerek deniz yoluyla İstanbul’a taşınmış ve mimaride kullanılmışlar.
Oldukça rüzgârlı olan bu bölge yazın kayalıklardan atlayıp denize girenlerle, kışın ise balık tutan ve manzara karşısında büyülenenlerle dolu olurmuş. Bu sonbahar gününde ise fotoğraf çekimi yapan gelin damatlardan aile boyu piknik yapanlara kadar bir dolu ziyaretçisi vardı.
Biz de ekip olarak sığ olan denizinde yürüdük, kayalara tırmandık, etrafında dolaşarak bu güzel doğa parçasını fotoğraflamaya çalıştık.
Uzaklardan görünen Kefken Adası, Cebeci Sahilinden tekne ile 5 dakikadalık mesafedeymiş. Kefken Adası burada bulunan tarihi kalıntılardan dolayı sit alanı kabul edilmiş. Sit alanı olmasından dolayı ada ziyarete kapatılmış. Ada içinde 14 metre uzunluğunda tarihi fener, Cenevizlerden kalma tarihi bir kale ve su kuyuları bulunmaktaymış. Gitmediğimiz için ancak duyduklarımızla ve karşıdan seyretmekle yetindik.
Günün yarısı çoktan geçmişti ve ağaç denizin içinde bir kuytu bahçe bizi Alabalık yemek için çağırıyordu. Artık dinlenme vaktidir diyerek bu çağrıya icabet ettik. Hamakları, tahta masaları ve koyu gölgeleriyle bizi ağırlayan bu mekâna veda etmek zordu elbet ancak çaylarımızı da içip Acarlar longozuna doğru yola koyulduk.
Tam burada önce longoz ormanı nedir sorusunu yanıtlayalım. Longozun bir ağaç türü olduğunu düşünen çok ama aslında longoz, bu ekosisteme verdiğimiz isim.
Longoz ormanları şöyle oluşuyor: Akarsuyun içindeki kil, kum, çakıl gibi ufalanmış parçalar bulunan çamurlu tortu; yani alüvyon, zamanla suyun denize döküldüğü yerde birikip bir set oluşturuyor. Böylece, suyun denizle buluşmasını engellemeye başlıyor. Akarsu kendi oluşturduğu seti aşamayınca arkasında kalan alanı su basıyor. Burada zamanla bataklıklılar, göller, kumullar ve subasar ormanları oluşuyor. Ve biz bu ekosistem bütününe longoz ormanı diyormuşuz.
Peki longoz ormanları nerelerde var diye bakacak olursak Türkiye’de de Kırklareli’ndeki İğneada, Sakarya’daki Acarlar Longozu başta olmak üzere 4 yerde longoz ormanları varmış. Diğer ikisi Sinop’taki Sarıkum ve Samsun Kızılırmak Deltası’nda. Bursa’daki Karacabey Longozu gibi başka yerlerde de küçük longozlar var ama bunlar yeterli büyüklük ve kapalılığa sahip olmadıkları için ormanı niteliği taşımıyorlarmış
Akşam üzerine doğru vardığımız Acarlar Longozu’nun eni 250 ile 1250 metre arasında değişiyor. Uzunluğu ise 7,5 km imiş Ancak Acarlar Longoz Ormanları’nı korumak için yürüyüş yolunu sadece 750 metre ile sınırlı tutulmuş.
Yürüyüş yolu dediğimiz tahta bir platform, bir nevi 750 metrelik bir iskeleydi aslında. Su seviyesi mevsimden mevsime değiştiği için bazı aylarda suyun üzerinden, bazı aylarda suyun kenarından yürüyormuş
Bu mevsim longoza gelmek için en güzel zaman sanıyorum. Renk değişimi sevenlerin Ekim & Kasım gibi burada olması şart. Ağaçlar kırmızından sarıya çalar, açan nilüferler de suyu kaplar mutlaka. Biz biraz akşam üzerine kaldığımızdan nilüferlerin bazılarını açıkken yakalayabildik. Lotus olarak da bilinen nilüfer çiçeği, kökleri bataklık bir zeminde olup, içine hiç çamur kaçmadan pırıl pırıl suyun yüzüne gelip açtığı için Budizm ve Hinduizm’de kutsal sayılıyormuş. Ancak bu bataklıkta çiçek açmak herkes için muhteşem bir öğreti. İnsan da Lotus gibi olmalı diye düşündüm. Hangi ortamda olursa olsun tertemiz çiçek gibi kalmalı. Mis gibi kokusu ile bütün çirkinliklere kötülüklere inat açmalı. Açmalı ki bulunduğu yer bir cennet sefası olsun.
Acarlar Longozunda yaptığımız yürüyüşün ardından daha fotoğraf çekmeye doyamadan yola koyulmak zorunda kaldık. Zira gün batmak üzereydi ve pazarcılardan alınacak siparişlerimiz bizi bekliyordu.
Tam da dönüş yolunda Rehberimizin bize bir sürprizi daha oldu. Halasının evinde bahçeye ve doğaya nazır bir akşam çayı içip yorgunluk atarak dönüşe geçtik.
Gün boyu tertemiz hava, muhteşem manzaralar, doğa yani kısaca Karadeniz dolduk. Doyduk mu ? Hayır. Bir daha buralara iki gün kamplı gelinmeli diye düşünmeden edemedik.
Özden Gülen Çiçek
22.09.2019
@Karspor