YOL HİKÂYELERİ: Dipsiz Göl’den Çifte Şelale ve Erikli Yaylası’na Bir Doğa Yürüyüşü

Gün ağarırken sırtıma çantamı vurup evden çıkıyorum. Yollar ıssız, metro vagonları bomboş. Demirtaşpaşa’da inip Abdal Fırını çıkışına yöneliyorum. Bir tatil sabahının ilk saatlerinde uzayıp giden simit kuyruğu hayret verici.  Caminin önündeki minik meydanda küçük masalar ve alçak iskemleler çoktan dolmuş.  Buram buram simit, poğaça ve tahinli pide kokusu burnumda, sıradaki yerimi alıyorum. Az sonra bir küçük masa etrafında kümelenmiş, çay ve simitle muhabbeti koyulaştıran gruba dahil oluyorum. Bugün hiç görmediğim diyarlara yolculuk peşindeyim. Yol uzun, dostlar yeni.

Tam saatinde toplanan ekiple birlikte otobüse yerleşiyor ve Yalova istikametine doğru yola revan oluyoruz.  Nokta Dağcılık Kulübü ile birlikte yapacağım doğa yürüyüşü bir ilk olacak. Doğayı ve seyahati severim. Uzun yolculuklar ve yollar beni hep kendine çeker ama “dağlar” deyince durum farklı. Zorluk derecesi “orta-zor” olarak tanımlanan bu parkurda bakalım beni neler bekliyor.

Başkanımız Hacer Özkalender Hanım’ın enerjisine hayran olmamak mümkün değil. Ekip arkadaşları da çok neşeli ve gayretli görünüyorlar. “İnşallah kimseye ayak bağı olmam” diye düşünmeden edemiyorum.

Yalova’dan ailesi ile birlikte gruba katılan Hasan Turakine bize rehberlik yapacak. Yürüyüş parkurumuz ile ilgili detayları da öğreniyoruz. Araçla Küçük Dipsiz Göl’e kadar çıkıp oradan iç patikaları takip ederek Büyük Dipsiz Göl’e varacakmışız. Sonra yeni bir rota izleyerek Erikli Yaylası’na yürünecekmiş. Çifte Şelale gezilecek, Çamur Evler mevkiinde ateş yakılacak ve Teşvikiye Köyü’ne doğru yine asırlık patikalar takip edilerek geçilecekmiş. Bu parkurun yaklaşık 12 kilometre olduğu belirtiliyor.

Çınarcık istikametine saptığımızda dağların başı duman. Yoğun sisten sağımızdaki Çınarcık ve deniz seçilemiyor. Birkaç kilometre sonra ana yoldan sola dönüyoruz. Yürüyüşten önce yiyecek ve ihtiyaçlarımızı Teşvikiye Köyü’nden tedarik edeceğiz. Otobüsten iner inmez sis, nem, sabahın ve dağların ayazı içime işliyor. Hava 19 derece olacaktı ya, neyse… Alışverişi tamamlayarak paketleri sırt çantalarımıza yerleştiriyor, otobüste yerlerimizi alıyoruz.  Köyden Dipsiz Göller mıntıkasına kadar 10 kilometrelik yolu yine araçla katediyoruz.

Sonunda yürüyüşümüzün başlangıç noktasına vardığımızda ekip olarak rehberimizi dinliyor, son bilgileri alıyoruz. Tek sıra halinde, birer metre aralıkla ilerleyeceğiz. Gruptan hiçbir şekilde ayrılmak yokmuş. Önde rehberimiz , en arkada da artçı arkadaşlar olacakmış. Ellerinde telsizlerle grubun kontrollü yürümesini sağlayacak ve birbirleriyle gerektiğinde haberleşecekler. Kendi başımıza “şuradan da gidip öndekileri yakalasam ne olur” demeyeceğiz. Sadece önümüzdeki arkadaşı takip edip onun bastığı yere basacağız.  İşte böylece birbirimizle tanışıp talimatları alıyor ve yola koyuluyoruz.

Daha yüz metre ilerlemeden, bir gün önce başkanımız Hacer Hanımın önerisi ile aldığım batonların, tozlukların ve botların ne denli önemli olduğunu anlıyorum. Baharın ilk günleri, daha ağaçlar tam yeşermemiş, yerler boydan boya sonbaharda dökülmüş yapraklarla kaplı. Bastığımız yerin alında ne var bilmek imkânsız. Elimizdeki batonlar yani asalarımız dengeyi sağlamamızda ve yere tutunup sağlam basmamızda, hem de önümüz çukur mudur kontrol etmemizde yardımcı oluyor. Botlar olmasa bileğimi burkmam işten bile değil.

Az sonra  dağa doğru tırmanışa geçtiğimizde, önümde ip gibi dizili ilerleyen gruba takılıyor gözlerim. Bir ucu çoktan yukarılara ulaşıvermiş. O an hedefe bakarak ilerlesem bütün cesaretim kırılacak.  Gözümü yere indiriyor sadece bir adım sonra nereye basmam gerek ona  odaklanıyorum. İki elimle sıkıca kavradığım batonlar en büyük yardımcım oluyor. Haydi bir adım, bir adım daha… Derin derin nefes alıyorum. Sis çoktan açılıp gitmiş. Gökyüzü deli mavi. Daha yapraklanmamış ağaçlar oldukça sık.  Ayaklarıma takılanlar da ne öyle? “Gizli sarmaşıklara dikkat!” diyor başkanımız. Kuru yaprakların altına, arasına nasıl da saklanmışlar. Bir an dalıp gitsem ayaklarıma dolanıp düşürecekler.  Ağaçların incecik dalları da başka tuzak. Öndeki ile mesafeyi kollamak bu açıdan önemli; onun ilerlerken sürtünüp iki yana açtığı dallar gelip yüzümüze çarpabilir.

Yapraktı, daldı, sarmaşıktı derken bir de bakıyorum inişe geçmişiz . Aşağıda enfes bir göl manzarası. Küçük Dipsiz Göl’ün yanından geçerek Büyük Dipsiz Göl’e ilerliyoruz. Etrafı ormanla çevrelenmiş bu iki krater gölünün dibi bucağı yokmuş ya, adları da ondan dipsiz.  Karşımızda beliren manzara muhteşem. Henüz yeşermemiş ağaçlar yeşil yapraklılarla sırt sırta vermiş. Göl maviyle yeşilin bin bir tonunda kıpraşıyor. Kıyılarında ağaçların yansıması, kuru dallar, bir tahta iskele… Yakınlardan gelen şelalenin uğultusu, derin derin soluduğum tertemiz hava ve kulaklarımda hafif rüzgârla salınan dalların türküsü… Olduğum yerde oturup manzaraya dalıyorum.  Baharın başlarında böyle bir güzellik… Kim bilir yazın nasıl serin ve dinlendirici bir yeşil denizi olacak. Ah! Hele ki sonbahar… Bu manzarayı bir de hüznün renklerini kuşandığında görmek lâzım. Az ileride geniş bir patika yol var. Dipsiz Göller mesire alanı çok yakın. Araçla ulaşımı da varmış. Nasipse her mevsimde gelmeli, hem de ailecek.  Kısa süreli dinlenmenin ardından şelaleyi görebilmek için sola doğru ilerleyip biraz tırmanmak gerekiyor. Baharın coşkusu ile çağıldayan su içimizi nasıl da serinletiyor.

Molamız kısa sürüyor. Bir buçuk saat geçmiş ve biz sadece iki kilometre yürümüşüz meğer.  Daha geçilecek dereler, aşılacak dağlar var. Sağ taraftan gölün kenarında yürüyerek ilerlerken kamp yapan bir grupla selamlaşıyoruz. Dere boyundan yolumuza devam ediyor, engebeli arazide dereyi birkaç kere geçmek durumunda kalıyoruz. İlk ikisinde taşlara basıp atlayarak geçebildiğimiz dere ileride daha da genişliyor ve su gittikçe daha da coşkun akıyor. Son geçişte biraz zorlanınca ayakkabıları elimize alıp içinden yürüyüveriyoruz. Su buz, birden silkinip diriliyorum. Bu canlanma iyi geliyor zira önümüzde yine zorlu bir tırmanış ve iniş var. Bu arada hayretle farkına varıyorum ki; sırtımdaki çantanın ağırlığını hiç hissetmiyorum. Oysa şehir içinde bu ağırlıkta bir yükle yarım saat yürüsem sırtımın ağrısından şikayet ederdim. Demek ki neye odaklanırsak onu duyumsuyoruz. Çok ilginç.

Bir süre sonra kulağımıza gelen araç seslerinden yolun paralelinde ilerlediğimizi anlıyoruz. Biraz ana yolun kenarından devam ederek Teşvikiye Orman bölgesine giriş yapıyoruz. Piknik alanını geçerken buz gibi akan çeşmelerden şişelerimizi dolduruyor, Erikli Yaylası, Çamur Evler mevkiine ilerliyoruz. Buraya kadar 6 kilometre yürümüşüz. Daha parkurun ortasındayız demek ki. Karşımızdaki yemyeşil çimenler, papatyalar, sümbüller, çiğdemler ile kaplı alanda yemek molası vereceğiz. Çılgınca açmış erik ağacının gölgesinde ruhumu ve bedenimi dinlendirmek ve kendimi dinlemek ne muhteşem. Arkadaşlar çevreden topladıkları dal parçaları ile etrafına taşlar dizili, daha önce de ocak olarak kullanılmış yerde ateş yakıyorlar. Artık yanımızda ne getirdiysek pişirmek ve karnımızı doyurmak vakti. Arkamızdan gürül gürül akan derenin türküsünü dinliyor, çiçekleri ve ağaçları seyrediyorum. Yeşilin tonları, içimizi ısıtan güneş harika.

Bir saatlik molanın ardından çantalarımızı topluyor, çöplerimizi de yanımıza alıyoruz. Sadece meyve çekirdekleri ve kabukları doğaya bırakılıyor.  Çifte Şelale diye de adlandırılan Erikli Şelalesi’ne doğru yola çıkıyor, piknik alanını geçerek ormanın içine yürüyoruz. Çağıltı ve serinlik önden geliyor derken şelaleyi görüyoruz. Ahşap merdivenleri tırmanarak ilk seyir terasına ulaştığımızda, önümüzde coşarak akan suya bakmaya doyamıyorum. Dünyayı sessize alıp dakikalarca kıpırdamadan kalasım var.  Buraya neden Çifte Şelale denildiği az yukarıdaki ikinci terasa ulaşıldığında anlaşılıyor.  Su yukarılardan dökülerek geliyor, bir düzlükte birikerek ikinci şelaleden aşağıya coşarak akıyor.  Nasıl bir serinlik, nasıl bir canlılık, nasıl bir bereket…  Buraya da yine gelmeli mutlaka. Piknik alanına kadar araçla ulaşılabiliyor nasılsa.

Erikli yaylasına doğru yöneliyor ve yine yeniden yollara revan oluyoruz. On dakika sonra, sol tarafta Çamur Evler’i görüyoruz. Doğayla baş başa kalmak isteyenler için güzel bir konaklama mekânı. Küçük kulübeler çamurdan yapılmış, üzerleri dallarla kapatılmış. Geniş bir bahçe içinde sıralanmış kulübelerin yanından geçerek eski patikaya giriyoruz. Burada bizi bir sürpriz bekliyor. Yağmurlar ve akan sular zemini oldukça yumuşatmış. Yapraklarla kaplı yerin altı çamur. Bastığımız her adımda kayıyoruz. Artık inişe geçtiğimizden hep aşağı  ilerlemek durumundayız. Eski patika bu şartlarda oldukça zorlu bir parkura dönüşmüş. Sırt çantalarımız yemek molasının ardından hafifledi ama biz ağırlaştık. Üstelik ikindiye yaklaşan vakitte yorgunluk da çökmeye başladı. Bu arada başkanımızın “ne kadar yorulursanız yorulun buradan ancak siz kendiniz inebilirsiniz” mealindeki sözleri kulaklarıma küpe oluyor. Etraftaki muhteşem orman manzarasına odaklanmaya çalışıyorum. Yorgunluğumu defneler, adını bilemediğim yeşillikler,  yosun tutmuş iri ağaç gövdeleri azaltır diye umutlanıyorum.  Attığım her adımda kayma riski var. Elimdeki batonlar olmasa ilerlemem mümkün değil. Ayaklarım çamurun içinde,  çalılar, dallar arasında iniyor, iniyoruz.

Sabah beri edindiğim tecrübeleri düşünürken doğa ve dağ yürüyüşünün hayatın bizatihi kendisi gibi olduğunu fark ediyorum. İnişleri ve çıkışlarıyla, zaman zaman zorlaşan, ağırlaşan hatta kayganlaşan zemini ile, aşmamız gereken engelleriyle… Hatta ayağımıza dolanan gizli sarmaşıkları, geçilmesi gereken dereleri, bastığımızda sallanan taşları ile … Sırtımızda her daim yüklendiğimiz, taşımak zorunda olduğumuz ağırlıklar ve yolu gösteren bir rehber… Varılacak menzil belli ama patikalar yol ayrımlarıyla dolu. Sonuçta adımı atacak da, ilerleyecek olan da biziz. Düşersek el verip kaldıracak yol arkadaşları var elbet ama silkinerek doğrulacak ve yürümeye devam edecek yine bizden başkası değil. Çalı, diken ya da çamur dolu arazide dikkatle, gayretle, azimle yola devam edilecek işte, durmak yok. Meşakkat çok ama ardındaki bir cennet sefası…

Patikadan hiç ayrılmadan yaptığımız iniş yolculuğumuz iki saati aşıyor. Uzaklardan avcıların atışlarını duyuyoruz. Ağaçların arasından çok aşağılarda kıvrılıp giden yol seçiliyor. Sonlara doğru otobüsümüzü de fark ediyoruz. Düzlüğe ulaşanlar dere kenarında soluklanıyor, çamura batıp çıkmış ayakkabılarını, tozluklarını, ellerini yıkayarak ferahlıyor.

Dönüş yolculuğundan önce Teşvikiye Köyü’nde bir çay molası ile dinleniyoruz.  Bursa’ya hareket ettiğimizde üzerimde günün yorgunluğu, zihnimde unutulmamak üzere kazınmış muhteşem manzaralar var.  Yürüyüşümüzün 15 kilometreyi bulduğunu söylüyor arkadaşlar, inanamıyorum. Biri bana bu günkü faaliyetin bir filmini seyrettirmiş olsaydı “ben kesinlikle yapamam” derdim. Eh, doğa muhteşem; dağlar, ağaçlar, çalılar, yapraklar ses verdi; dostlar yol gösterdi; çiçeklerin, otların rayihası başımı döndürdü derken yol bitmiş demek. Başkan “yeni yolculuklarda bizimle misin” diye soruyor. “Elbette” diyorum “parkur daha zor olmasın da”.

Özden Gülen Çiçek

14 Mart 2018

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir